Leyton Orient Maç Günü: Cmon You O's
Bugün, Londra’mızın güzide bir alt lig takımının maç günü için yine yollara koyuluyoruz… Leyton Orient, doğu Londra ekiplerinden ve tarihi diğer kulüpler gibi oldukça geriye uzanıyor. Takıma ve tarihine ufak bir göz attıktan sonra maç günü deneyimlerimizi de aktaralım.
Leyton Orient Futbol Kulübü, 1881’de Glyn Cricket Club olarak kuruldu ve 1946’da adını Leyton Orient olarak değiştirdi.1961-1962 sezonunda, oyuncu-menajer Johnny Carey’nin yönetiminde, Leyton Orient tarihi bir başarı elde ederek FA Cup yarı finallerine yükseldi. Çok büyük bir başarı olarak görülmese de, Arsenal’in ardından bunu başarabilen ikinci Londra takımı oldular. Bu yolculuk, devrin ağır toplarından Burnley ve West Bromwich Albion gibi takımları saf dışı bırakarak mümkün olmuştu. O’lar (Leyton Orient takımının taraftarının kendilerine seslendiği şekilde), finalde yer alma şansını kaçırsa da, bu olağanüstü kupa macerası kulübün tarihinde kalıcı bir iz bıraktı.
Lig başarısı açısından, Leyton Orient önemli sıçramalar yaşadı. 1969-1970 sezonunda Jimmy Bloomfield’in yönetiminde kulüp, İkinci Lig’e (şu anda EFL Championship) terfi etti. Daha yakın bir tarihte, Leyton Orient 2018-2019 sezonunda Ulusal Lig’den League Two’ya yükselmeyi başardı, bu iki yıllık bir aradan sonra yerel liglerden ulusal liglere geri dönüş demek oluyordu.
Günümüze yaklaştığımızda ise Brisbane Road stadyumu, 2019’da ‘Breyer Group Stadium’ olarak yeniden adlandırıldı. Mali zorluklara ve sahiplik değişikliklerine rağmen, Leyton Orient, kulübüne bağlı taraftarları ve genç yeteneklere verdiği önem ile Doğu Londra’nın futbol kültürünü sürdürüyor.
Gelelim bu öğleden sonramızı ve deneyimlerimizi anlatma kısmına.. Londra’nın kuzey doğusunda bulunan ekibin (‘Orient doğu ve Leyton da kuzeyde yer alan bir mahallenin adı’ şeklinde ek bir bilgi de burada dursun) stadyumuna gitmek için taksi çağırdık ve yola koyulduk. Vardığımızda gördüğümüz manzara karşısında biraz şaşırmıştık. Özellikle Istanbul’da bulunanların görmüş olabileceği ‘tabela dershanesi/üniversitesi’ tadında bir yapı, adeta mahalle arasında bizi karşılamıştı.
Hemen her maç gününde gördüğümüz gibi burada da gençler, yaşlılar; çocuklu, çocuksuz çiftler olmak üzere geniş bir skalada taraftar kitlesi vardı. Yakın tarihte, hatta hemen hiçbir zaman; ciddi bir başarı yakalayamamış bir kulüp için bile bizim gibilerin anlayamadığı, müthiş bir futbol kültürü ülkenin her yerinde olduğu gibi burada da fazlasıyla mevcuttu.
Ufak bir mahalle turu ve bi’ iki adet kırmızı ışık ihlali yaparak (merak etmeyin stadyum çevresinde yol trafiğe kapalıydı) gişelerden stadyuma girdik girmesine de sağımıza dönmemiz ile yan apartmanda yaşayanlarla göz göze gelmemiz bir oldu.
Bir an ‘acaba girmek için bir gişe daha mı var’ diye düşünürken bu apartmanlardan stadın dört köşesinde de olduğunu fark etmemiz uzun sürmedi. Bizim ligimize uyarlarsak üçüncü klasman/lig seviyesindeki bir takımın stadının içi fazlasıyla iyiydi, tuvaletleri bu cümlenin dışında tutuyorum. Farklı bira stantları, yemek çeşitleri, özel bir hamburgercisi (oldukça lezzetli ve çok ucuzdu) ve önceden sipariş imkanıyla bizden gani gani not aldığını söyleyebilirim. Nedendir bilinmez, Britanyalı mimarlarda bir estetik düşmanlığı olacak ki, gittiğimiz hemen her ‘tek katlı’ stadyumda gördüğümüz direği yine ortada görüş açımıza köstek olacak şekilde gördük.
Futbol anlamında ise çok lezzetli bir etkinlik olduğunu söyleyemeyiz. Zira bu tarz alt liglere gidildikçe takımların kalitesi birbirine çok yaklaşıyor; bir haftada alınan tek bir galibiyet, sıralamada 6-7 basamak birden yükselmek anlamına gelebiliyor. Maç başladıktan bir süre sonra stadyumda bariz bir eksikliğin olduğunu fark ettik, skorbord yoktu! Bi’ an bozuk gözlerime verip arasam da, oturduğumuz tribünden aşağı sarkıtılan ve sadece karşıdaki seyircilerin görebileceği bir skorbord olduğunu düşünsem de ikisi de doğru değildi. Hoş, bir tane ‘skorbord’umsu olsa da, maçın ancak sonlarına doğru fark edebilmiştik.
Yine bizim için maalesef geçmişte kalan bir uygulama daha gözlerimizden kaçmadı. Tıpkı diğer kompakt stadyumlarda olduğu gibi burada da deplasman taraftarı için ayrılan yer sadece bir sıra polis barikatı – ki o bile neredeyse gereksiz – ile ayrılmaktaydı. Bundan 30-40 yıl kadar öncesinde ülkemizde derbiler de dahil olmak üzere taraftarlar, yan yana tribünlerde hatta birlikte otururlardı.
Bunun ardından fark ettiğimiz bir diğer nokta ise, bu denli alt liglerde oynayan takımların taraftarları takımlarını desteklemek için hem istek, hem zaman, hem de maddi kaynak bulup, deplasmana gelebilmiş olmalarıydı. Yine ülkemiz futbol kültürü (!) ile kıyaslamamız gerekirse bizde bunun yapılabilmesi oldukça zor. İnsanların birçoğu, ulaşımı zor olan bölgeler ve gündelik hayata uymayacak kadar geç saatlerdeki maçlara gitmek için oldukça absürd miktarlarda paralar ödemesinin yanı sıra, sosyo-kültürel olarak kazanma hazzını toplumca tadabildiğimiz sayılı aktivite/organizasyon olduğundan bu insanların yine çok büyük bir kısmı ‘büyük’ takımları tutuyor. Kimse hayatları boyunca bir birinci lig takımını destekleyememeyi göze alıp şehrin hatta mahallenin takımını tutmuyor, kazanma ve üstünlük kurma duygusunu hissetmenin en yüksek ihtimal olduğu, şampiyonluk şansı olan birkaç takımın etrafında toplanıyor. Leyton Orient de, ve muhtemelen, Bolton Wanderers taraftarları da bundan sonra yüksek ihtiamlle hayatları boyunca bir şampiyonlar ligi maçı görmeyecek, Premier League’e de çıkmak için oldukça yoğun biçimde dua etmeleri gerekecek.
Endüstriyelleşen futbolun yarattığı ortamdan en olumsuz etkilenenler de bu takımlar oluyor. Nasıl ki bizdeki ve dünyanın birçok ülkesindeki takımlar, İngiltere ve diğer büyük liglerdeki takımların gelirleriyle baş edemiyor; adeta onlar için oyuncu yetiştirme yerleri oluyorsa, alt liglerden yükselerek yukarılara kafa tutabilmek için de durum ‘modern kölelik’den farksız. Bu takımların maddi olarak üst liglerle başa çıkmasının imkansız olmasıyla birlikte yetiştirdikleri oyuncuları da hemen bu takımlara kaptırıyorlar. Tıpkı NBA’in, Avrupa’da kafasını çıkaran hemen her oyuncuyu kendileri için yok pahasına ‘ya tutarsa’ mantığıyla transfer etmesi gibi, alt lig takımları da oyuncularını yok pahasına yukarıdaki takımlara kaptırması günümüz normallerinden. Dünya düzeni, eşitsizlik ve endüstriyelleşen futbol ekseninde canınızı sıktığıma göre bu konuya bir son verebiliriz.
Maçın bitişinin ardından ise yolumuzu önce Leyton Store’a çeviriyoruz. Burada yine lig fark etmeksizin İngiltere’de karşılaştığımız bir manzarayla daha karşılaşıyoruz. Store içerisinde takımla ilgili envai çeşit ürün ve bir o kadar da maçtan çıkmış taraftar görmek mümkün. Takım ve lig fark etmeksizin taraftarların takıma olan bağlılıklarını güçlendirmek; gündelik hayatta da kullandıkları bardaktan bornoza, kutu oyunlarından eski formalara kadar birçok ürünü Leyton’un taraftar store’unda da görmek mümkün.
Futbol aktivitelerimizi tamamladıktan sonra artık bir miktar ısınmamız ve maç öncesi gidemediğimiz Leyton’un ‘taraftar pub’ına gitmemiz gerekiyordu. Horses and Coaches (E10 5NA), şimdiye kadar gördüğümüz en büyük taraftar pub’ı olduğunu söyleyebilirim. Girişte yine maç gününden alıştığımız bir uygulamayla karşılaşıyoruz ve biletlerimizi göstermemiz gerekiyordu. İçerisi devasa ve muhtemelen sadece maçtan çıkan taraftarların oluşturduğu bir kitleyle Cumartesi akşamını karşılıyordu. Leyton taraftarları galibiyeti kutlarken diğer taraftan aile ve arkadaşlarıyla ortamın ve içeceklerin tadını çıkartıyordu. Tüm bu maç günü tecrübesinin hemen her yerinde hakim olan ‘bu denli alt seviyede bir takımın dahi taraftarları ve maç günü deneyimi alışılagelmişin fersah fersah üzerinde’ hissiyatı ile içeride biraz daha zaman geçirdikten sonra aralarından ayrılıyoruz.
Genel olarak yine bizi memnun bırakan, futbol kültürünü baştan sona deyim yerindeyse iliklerimize kadar hissettiğimiz bir maç günü yaşamış olduk. Seyir zevki olarak ortalamanın altında kalmış olsa da, maç günü tecrübesi olarak bizi doyuran bir günün daha sonuna geldik. Görüşmek üzere!
Batu